ÇOCUK EDEBİYATI
Bu makale, "Çocuk Edebiyatı" insicamında kaleme alınmış birçok makaleden derlenerek dizayn edilmiştir (Kadir Aydoğan).
Çocuğun; özdeşleşebileceği, kendi yaş grubuna uygun konuların ele alındığı ve sanatçı bakış açısıyla yoğrulmuş kitaplarla karşı karşıya getirilmesi anne babalar gibi bütün eğitimcilerin de görevleri arasında görülmelidir.
"Çocuğa görelik" gibi "çocuk gerçekliği" de çocuk kitaplarında niteliği belirleyen etmenler arasındadır. Bu kavram da yazarın veya anlatıcının çocukla kurduğu ilişkinin biçimini belirler. Daha doğrusu kitaplarda anlatılanlar yetişkin bakış açısıyla mı, yoksa çocukların dünyayı algıladığı biçimiyle mi yansıtıldığı "çocuk gerçekliği" kavramının temel belirleyicisidir.
Bu bakımdan çocuk kitaplarının bu iki ögeyi içermesi gerektiği gerçeğinden hareket ederek, çocukların "gelişim evrelerinin" ve "gelişimsel özelliklerinin" dikkate alınması gerektiği vurgulanmalıdır.
Bilişsel gelişim alanında Piaget’in bilişsel gelişim kuramı, dil gelişiminde sosyal ve davranışçı kuramlar; kişilik ve toplumsal gelişimde ise Erikson’un psikososyal gelişim kuramı ve Freud’un psikoseksüel gelişim kuramı çalışmaya yön veren sınırlılık oluşturmaktadır.
Kritik Dönem: Çocuklar bazı dönemlerde bazı davranışlara karşı daha duyarlıdırlar ve bu davranışla ilgili uyarıcılara üst düzeyde tepki verirler. Bu dönemler "kritik dönem" olarak adlandırılır (Senemoğlu, 2013, s. 5).
Çocuk Edebiyatı: 3-4 ile 12-13 yaşlar arasına yönelik, yazınsal ve düşünsel nitelik taşıyan ürünleri kapsayan edebiyattır (Dilidüzgün, 2018, s. 19).
Selçuk’un ifadeleri de yaşamın ilk beş yılının önemini açıkça ortaya koyar:
“Çocuklar zihin gelişiminin üçte ikisini, sinir sistemi gelişiminin yaklaşık olarak beşte dördünü ilk beş yıl içinde tamamlar. Aynı şekilde temel kişilik özellikleri de ilk beş yıl içinde oluşur. Bu nedenle ilk beş yıl içinde alınan eğitimin niteliği bireyin var olan potansiyel gücünü gerçekleştirme düzeyini doğrudan etkiler” (Selçuk, 2003, s. 20).
Bireyin yaşamının ilk yıllarındaki “eğitim alanı” olan aile ortamı bireyin gelişimi için önemli bir alandır. Birey sosyo- kültürel olarak ailesine öykünerek var olmaya çalışır. Başlangıçta ailesinde gördüğü davranışları birebir taklit eder. Henüz doğru ve yanlışların ayrımına varmadığı için çevresindeki yetişkinlerin davranışlarının tamamını “yapılması gerekenler” olarak algılar.
Bu durumda tıpkı bir ayna gibi yapılanları yansıtan çocuğun istendik davranışları yansıtması, çevresindeki yetişkinlerin bu davranışları gösterme düzeyine bağlıdır.
Pembecioğlu (2013, s.74), bu sürece şöyle dikkat çeker: “Çocuk, dünyaya geldiği ilk andan başlayarak çevresindeki her şeyi kaydeden bir kamera gibidir. O anda kayda geçen olayların yeterince bilincinde değildir ama yine de kaydeder. Bu şekilde edinmiş olduğu bilgi birikimini günün birinde kayıtlarda gördüğü biçimde gerçekleştirebileceğini bilir.”
Sanat; davranış, duygu ve düşünceler üzerindeki eğitsel işlevini fark ettirmeden üstlenir. Müzik, resim, drama vb. dallar bu gizil eğitim sürecinin parçalarıdır. İşte edebiyat da tam bu noktada ortaya çıkan bir diğer örnektir.
Çocuk edebiyatı 2-14 yaşları arasındaki bireylere yöneliktir (Oğuzkan, 2000, s. 2).
Dolayısıyla çalışmanın bir ayağı çocuk edebiyatına uzanmaktadır. Çocuk edebiyatı, edebiyat kavramının genel özelliklerini taşıyan bir parçasıdır. Ancak alanı çocuk olduğu için yetişkin edebiyatından farklı özellikler gösterir.
Bu bölümde; çocuk edebiyatı ile ilgili açıklamalar yer alacaktır. Öncelikle çocuk olmak kavramı üzerinde durulacaktır. Ardından da çocuk edebiyatı, çocuk edebiyatının işlevi ve amaçları, çocuk edebiyatının ilkeleri, çocuk edebiyatında niteliği zayıflatan ögeler bu bölümünü oluşturacaktır.
Çocuğun özel dünyasına değinen Dilidüzgün çocuğu şöyle anlatır:
“Çocuk kendine özgü algıları olan, dünyayı kendi bakış açısıyla değerlendiren, sosyal, dilsel, ruhsal yetileri henüz tam olarak gelişmemiş ya da yetişkinlerin dünyasıyla bütünüyle örtüşmeyen bir varlıktır” (Dilidüzgün, 2005, s. 3).
Çocuk kavramı uzun yıllar yetişkin kavramının gölgesinde kalmıştır. Çocuk varlığını “yetişkinin küçüğü, minyatür yetişkin” gibi tanımlamalarla yetişkine bağımlı olarak sürdürmüştür. Bazı toplumlar ise çocuğa “geleceğe yatırım” gözüyle bakmış ve çoğu yetişkin içinse çocuk “neslin devamı” olmanın ötesine geçememişti.
Ne de olsa büyüyüp yetişkin olacak olan çocuk üzerine düşünmeye bile gerek görmeyen yetişkinlerse yazık ki hep var olmuşlardır. Hatta sevgi denince çoğumuzun aklına ilk gelenlerden olan çocuk ne yazık ki bazı toplumlarda ezilen, öldürülen, çalıştırılan kısacası değersizleştirilen varlıklar yerine de konmuştur (Baş, 2012, s. 3).
Bu değersizleştirme “çocuk gibi davranma”, “ben çocuk muyum?”, “çocuk gibi azarlama” gibi deyimlerle bizim kültürümüzdeki izlerini de yansıtır.
Çocuk modernleşme ve sanayileşmenin ve tabi ki teknolojik gelişmelerin de etkisiyle “çocuk” olarak anılmaya ve anlaşılmaya başlandığında milyonlarca çocuk kendine hak görülen yaşantılarla büyüyüp yetişkin olmuştu bile. “Modernleşme döneminde, bir yandan çocuk, diğer yandan yetişkin ve ikisi arasındaki ilişki biçimleri yeniden tasarlandı” (Şirin, 2007a, s.11).
“Çocuk, insanlıkla yaşıt olmasına karşın çocukluk modern bir kavramdır” (Şirin, 2007b, s. 26).
Sonunda ; olasılıkla kendi çocukluklarını bile anlayamadan büyüyen yetişkinler fark etti ki çocuk sadece biyolojik olarak gözle görülür ayrımları olan “küçük insancık” değil. Çocukların kendine özgü bilişsel ve duyuşsal özellikleri olduğu fikri kabul görmeye, onların kendilerine özel duygusal dünyaları anlaşılmaya başlanınca çocuk nihayet çocukluğunu buldu.
Çocuğun çocukluğunu bulma serüveni Nas’ın sözleriyle özetlenebilir:
“Bugün biliniyor ki çocuk, yetişkinin küçük bir örneği (modeli) değildir. Çocukluk diye bir olgu, bir dönem vardır. Çocuğun kendine özgü bir dünyası, algılanması, düşünme biçimi vardır. O çocuktur, çocukluğunu yaşamaktadır. Ama insanlık “çocukluk” kavramına kolay ulaşmadı. Çocuk hep vardı, ama çocukluk yoktu, yok sanılıyordu. ‘Çocukluk’ un ancak 16. yy. da ayırdına varılmıştır.
“Erikson’a göre ise çocukluk insanı insanlığa başlatan ilk sahnedir” (Şahin, 2007, s. 3).
İnsanlık serüvenimizin ilk istasyonu olan çocukluk dönemi, insanın en saf halidir. İnsanı insan yapan ögeleri sıraladığımızda saydıklarımız, çocukların özelliklerini sayarken sıraladıklarımızla büyük bir ortaklık gösterir.
İçindeyken yavaş, dışına çıktığımızda ise hızla geçtiği hissedilen bu özel yıllar elbette ki bir gün son bulur (çocuğun zamanı bir hayli uzundur).
Her bir çocuğun bir gün bir yetişkin olurken aynı zamanda bir anne, bir baba, bir vatandaş gibi rolleri üstleneceği de göz önünde bulundurulursa çocuk adına atılan her adımın ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır.
Çocuk Edebiyatı Nedir?
Çocuk edebiyatı her şeyden önce edebiyatın bir bölümüdür. Bir öznesi çocuk diğer öznesi ise edebiyattır (Şirin, 2007a, s. 14).
Başka bir deyişle edebiyat evrensel küme olarak kabul edilirse, çocuk edebiyatı alt küme olarak ifade edilebilir. Çocuk Edebiyatı edebiyatın genel özelliklerini taşır. Ancak bir önceki bölümde de vurgulandığı gibi çocukların hayatı algılama biçimi yetişkinlerden farklı olduğundan onlara sunulacak yazınsal ürünler de farklı olmalıdır (Oğuzkan, 2000, s. 3).
“…Çocuk edebiyatı, yetişkinler için üretilen edebiyat ürünleri gibi öncelikle edebiyattır. Ne var ki hedef kitlesi öteki grup edebiyatlarındakinden çok daha farklı ve özel olduğundan özel bir ilgi ve titizliğe de gereksinim duyar” (Sever, 2005, s. 9).
Şirin de Sever gibi çocuk edebiyatının öncelikle edebiyat olduğuna değinmiştir. Bununla birlikte çocuk edebiyatı edeb yönü ile incelik isteyen bir alandır (Şirin, 2000, s. 10).
Dilidüzgün’ ün tanımı ise şöyledir:“ Çocuk edebiyatı, edebiyat niteliğinden ödün vermeden, çocuğun gerçekliğinden hareket ederek, konularını onun doğal ve güncel çevresinden seçen ve çocuğun kendi dünyasına çok açılı bir anlayışla bakabilmesini sağlayan, ona bilinçli bir okuma alışkanlığı kazandırmayı öngören edebiyat ürünleridir” (Dilidüzgün, 2005, s. 10).
Şirin, çocuk edebiyatını, edebiyat estetiği bakımından birbirine karşı iki ayrı edebiyatmış gibi göstermenin doğru olmadığını vurgular. Eğer edeb nitelik taşıyorsa çocuklar için yazılan yapıtların yetişkinlerce de okunabileceğini belirtir (2000, s. 12; 2007b, s. 41).
Yukarıdaki açıklamalarda da görüldüğü gibi çocuk edebiyatını, edebiyattan bağımsız ele almak olanaklı değildir. Ancak çocuk edebiyatını edebiyat içinde değerlendirirken çocuğun kendi gerçekleriyle örtüşen bir anlayış izlenmelidir. Bu anlayış da yaş aralığı, çocuğun doğası, merakı, düş gücü gibi pek çok etkiyi beraberinde getirir. Sever, çocuk edebiyatını tanımlarken yazınsal metinlerin çocuğun dünyasına katkılarını vurgulamıştır.
“Çocuk edebiyatı (yazını), erken çocukluk döneminden başlayıp ergenlik dönemini de kapsayan bir yaşam evresinde, çocukların dil gelişimi ve anlama düzeylerine uygun olarak duygu ve düşünce dünyalarını sanatsal niteliği olan dilsel ve görsel iletilerle zenginleştiren, beğeni düzeylerini yükselten ürünlerin genel adıdır” (Sever, 2003, s. 9).
Çocuğun özellikleri ve gerçekliği dikkate alınmadan hazırlanmış bir edebiyat yapıtı çocukların duygusal ihtiyaçlarını karşılayamayacağı gibi çocuklar için ilgi çekici de olmaz.
Bu tür yapıtlar çocuk tarafından anlaşılamayacağı için okuma sevgisi oluşturmak yerine okumaya karşı olumsuz tutum geliştirmelerine bile sebep olabilir.
Nasıl ki bir bebeğin yediği besinler bir yetişkininki kadar sert ve iri taneli olamıyorsa ya da giyindiği giysilerin ebatları yetişkininki gibi değilse, çocuklar için yazılmış bir edebî metin de çocuğa göre olmalıdır.
Bu noktada çocuğa görelik ilkesi çocuğu küçümseyen çocuksuluk anlamında tavır sergileyen bir anlayışla karıştırılmamalıdır.
Bu ilke çocuğu gelişimi kapsamında çocuğun özelliklerine uygunluğu ifade etmektedir.
Çocuğa görelik ilkesi yazınsal değeri olan kitaplarda kendini gösteren bir değerdir. Öyle ki çocuk için yazılan bir eser eğer bu özelliği taşımıyorsa anlamını kaybeder.
“Ancak bizim sözünü ettiğimiz kitaplar yazınsal değeri olan, çocuk gerçekliğini duyarlı olarak ele alan, çocuklara okuma sevgisi ve alışkanlığı verebilecek ve onlara nitelikli okur kimliği kazandırabilecek sanatsal değeri olan kitaplardır. Buna göre çocuk yazını, okul öncesi zaman dilimi ile çocuğun ergenliğe ulaştığı döneme kadar olan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Yani 4 ila 12 yaşlara yönelik yazınsal ve düşünsel bir tabanı olan kitaplar çocuk kitapları ya da yazını olabilir” (Dilidüzgün, 2003, s. 8).
Dilidüzgün’ün belirttiği yaş aralığı şüphesiz ki biyolojik yaştan çok daha fazlasını ifade eder. Eğer söz konusu çocuk olmaksa, onun bedenin daha küçük olması gerçeğinden fazlasını söylemek gerekir. İşte bu noktada ‘çocuk için yazanlar özel yazarlardır’ saptaması yerinde olacaktır.
Onları özel kılan yan ise, çocuğu özel kılan her şeydir. Çocuk, çocuk olmaktan kaynaklı olarak bu büyük dünyanın içinde başka bir dünya kurar. Çocukların kurdukları dünya bazen o kadar büyüktür ki bu dünyaya bile sığmaz.
Bir yazarın çocuk gerçekliğine duyarlı olabilmesi ve çocuğa göreliği yakalayabilmesi için yol göstericisi içindeki çocuktur. Yazarın içindeki çocuk onun heyecan ve şevk kaynağıdır. Ancak içindeki çocuğun sesine kulak verebilen bir yazar bu duyarlılığı eserine aktarabilir (Şirin, 2007b, s. 45).
Çocuk Edebiyatının İşlevi ve Amaçları
Çocuk edebiyatının işlevi ve amaçları birbirinden bağımsız düşünülemez.
Oyuncaklar, eğitici amaçla tasarlansın ya da tasarlanmasın çocuğu hayata hazırlayan en temel ögelerdir.
Dışarıdan bakıldığında eline aldığı ilk kitabı tıpkı oyuncaklarına yaptığı gibi ısırarak, yırtarak ya da karalayarak zarar verdiği düşünülen bir bebek aslında kitapla tanışmaya çalışmaktadır. Bu tanışma sırasında da Piaget’nin deyimiyle, ilk şemalarını kullanır.
Senemoğlu, şemaların yaşantılara bağlı olarak değiştiğini ve geliştiğini belirtmiştir. Şemayı somut olarak anlamanın en iyi yolunun çocuğa uyarıcı sunmak olduğunu ifade eden Senemoğlu, yaşa bağlı olarak kullanılan şemaların farklılık gösterdiğini vurgular. Çıngırak örneğinde iki aylık bir bebeğe çıngırak verildiğinde bebeğin yakalama ve emme şemalarını kullanarak çıngırağı ağzına götüreceğini, dokuz aylık bir bebeğin ise yine aynı davranışı gösterebileceği gibi farklı şemalar olan sallama, döndürme gibi şemaları da kullanabileceğini belirtir (Senemoğlu, 2013, s. 37).
Elbette ki çocuk edebiyatının öncelikli işlevi çocuğun gelişimini desteklemek değildir. Asıl amaç, okuma eylemini sevdirmektir. Okuma eylemi zevk ve keyif veren bir iş haline gelmelidir. Okuma yazmanın bireye geri dönüşümü olumlu olan bir eylem olduğu bilinerek güdülenme arttırılmalıdır (Sevinç, 2003, s. 177).
“Çocuk edebiyatının en temel işlevlerinden biri çocuğa okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmaktır. Çocuk edebiyatı ürünleri, çocukları nitelikli metinlere yöneltmeyi başarabilen, onlara zamanla okuma kültürü kazandırabilen bir sorumluluk üstlenmelidir. Başka bir söyleyişle, çocuklar adına üretilen nitelikli yayınlar çocuk–edebiyat-sanat etkileşiminin kapısını aralayan etkili bir uyaran olmalıdır. Çocuklara, yazınsal metinlerin ve resmin iletilerini tanıma ve anlamaya dayalı bilişsel ve duyuşsal boyutlu davranışlarını uygulayabileceği, sınayabileceği olanaklar sunmalıdır” (Sever, 2003, s. 11).
Yukarıdaki görselden de anlaşılıyor ki okuma kültürü edinme süreci daha önce de belirtildiği gibi dinleme becerisi ile başlar. Bu evre Piaget’nin Bilişsel Gelişim Kuramı’nda henüz okuma yazmanın olmadığı İşlem Öncesi Dönem evresidir ve bu evrede resimli kitaplar metni çocuğa aktardığı için büyük önem taşır. Daha sonra okuma yazma becerisi kazanan birey kendisi okur hale gelir ve okul hayatının da etkisiyle okuma alışkanlığı kazanır. Bu aşama bilişsel gelişim olarak Somut İşlemler Dönemi’ne denk gelir. Sürecin en üst iki aşaması eleştirel okuma becerisi ve eleştirel okur-yazarlıktır. Yani Soyut İşlemler Dönemi üst düzey düşünme becerileri kazanılmadan okuma kültürü edinme süreci üst aşamalara geçemez. Bu aşamalılık okuma kültürü edinme süreci ile bilişsel gelişim dönemleri arasında bir bağ olduğunu gösterir.
Çocuk edebiyatı, çocuğa düşünme evreninin kapılarını açar. Bu kapıdan içeriye giren çocuk artık salt kabullenişler yerine sorgulayarak ve eleştirerek seçimler yapmayı öğrenir (phylosofhy for childrens).
Sorulara ezberlediği yanıtları veren rolünden çıkar ve kendi sorularını sorar. Çocuk edebiyatı böylece nitelikli bir okur yetiştirmekle kalmaz; duyarlılıkları, farkındalıkları olan bir bireyin yetişmesine de katkı sağlamış olur.
“Çocuk kitaplarında, yazarın çocuğa göre kurguladığı, çocuğa uygun yaşam durumları, çocukların benliğinde yanıtlaması gereken sorular oluşturulmalıdır” (Sever, 2003, s. 15).
Bu soruların çocuğun kendine özel dünyasından belirlenmesi gerektiğine değinen Sever, soruların yanıtlarını çocukların kendi kendilerine bulmaları gerektiğini de vurgular.
Bu çerçeve çocuğu kendini gerçekleştirmeye yöneltir. Ona, duygu ve düşüncelerini eş zamanlı eğiterek doğal bir öğretme-öğrenme ortamı hazırlar (Sever, 2003, s. 15).
Sever’in ifadelerinden de anlaşılacağı gibi nitelikli çocuk edebiyatı ürünleri çocuğun hayatının niteliğini arttırır. Onlara sorumluluk verir ve sorgulatma süreci yaşatır. Çocuk karşılaştığı her yeni metinle farkında olmadan gelişir. Bu gelişim süreci onun gelecekte edineceği kişiliğinin de temelini oluşturur.
Yukarıdaki açıklamaların da ışığında çocuk edebiyatının eğitsel amaçları olduğunu da belirtmek yerinde olacaktır. Dilidüzgün, Dahrendorf’un çocuk edebiyatının eğitsel amaçları ile ilgili görüşlerini listelemiştir.
-Okurlarının ilgilerini kapsar; aslında bu yazını çocuk ve gençlik yazını yapan da bu özelliktir.
-Yazınsal deneyimleri olmayanları bu konuda yüreklendirir, okurların yazınsal metinler üzerinde basit analizler - yapabilmelerini sağlar.
-Gerekli biçimde okuma ilgisi oluşturur; örneğin gerilim, komik öğeler, eylemin yoğunluğu ve özdeşleşme olanakları çocukların okumalarını güdüler.
-Çocukların ve gençlerin aydınlanmalarını,deneyimlerinin artmasını, önyargılardan arınmalarını ve toplumsallaşmalarını koşutlayarak onların kimliklerini kazanmalarına yardımcı olur ( Dahrendorf, 1992, s.14; aktaran Dilidüzgün, 2003, ss. 22-23).
Sonuç olarak görülüyor ki çoğu yetişkin için boş zaman etkinliği olarak tanımlanan kitap okuma, bir çocuk için en dolu zamanlardandır. “Çocuk edebiyatı, edebiyatın içinde, çocuğu duyarlı bir birey, iyi okur ve edebiyat okuru olmaya hazırlayan geçiş dönemi edebiyatıdır” (Şirin, 2007a, s. 15).
Bir süre sonra artık bir yetişkin olacak çocuğun gelişim sürecinde ona göre yazılmış eserler gelişimini destekler. Çocuk bu eserler sayesinde birebir deneyimleyemediği pek çok yaşantıyla tanışır, hayata ve insanlara çok yönlü bir bakış açısı geliştirir. Empati kurma, göreli düşünme gibi toplumsal beceriler yanı sıra; kendini keşfederek ve benliğini güçlendirerek kişiliğine de katkı sağlar. Yapıtlar aracılığıyla karşılaştığı olaylar duygusal dünyasını zenginleştirir. Her karşılaştığı metin kelime dağarcığını arttırarak, anlam bağlarını güçlendirerek dil gelişimini destekler. Olaylar üzerine düşünen, neden sonuç ilişkileri kuran, akıl yürüten birey bilişsel açıdan da gelişir. Pek çok kazanım çocuk edebiyatının içinde saklıdır. Kısacası çocuk edebiyatı çocuğa gelişim sürecinde yol arkadaşlığı yapar.
Çocuk Edebiyatı İlkeleri
Çocuk edebiyatı ilkeleri, çocuk edebiyatını çocuk edebiyatı yapan çerçevedir. Bu çerçevenin dışına çıkmak çocuk dünyasının dışına çıkmak anlamına gelir.
İyi bir çocuk edebiyatı ürününün taşıması gereken birtakım özellikler vardır. Nitelikli bir çocuk edebiyatı ürününü nitelikli olmayanından ayıran bu özelliklerin varlığı ya da yokluğudur.
“… çocuğun kendine özgü doğasını tüm yönleriyle ortaya çıkarmak, ona sunulacak kitabın niteliklerinin belirlenmesine de katkı sağlayacaktır” (Çer, 2016, s. 7).
Nitelikli bir çocuk yapıtı oluşturulurken göz önünde bulundurulması gereken ilkelerin başlıcaları çocuk gerçekliği ve çocuğa görelik ilkeleridir. Bu iki ilke birbirinin tamamlayıcısıdır ve yaşanan döneme göre değişebilir (Şirin, 2007b, s. 42).
“Hem yetişkinler hem de çocuklar için yazan çoğu yazarın paylaştığı düşünceye göre, çocuklar için yazmak, tıpkı yetişkinler için yazmak kadar zordur; tek farkı çocuklar için yazmanın biraz daha zor olduğudur. Bu düşünce kendi içinde birçok haklı neden içeriyor. Edebiyat yapıtı oluşturmak zaten başlı başına iddialı güç bir uğraştır. Çocuklar için yazmak ise özel gerçekleri olan bir kitleye yazmak demektir; bu da hiç kolay değildir.
Çünkü hem o kitlenin gerçekliğini çok iyi bilmek, anlamak gerekiyor; hem de yazılan metin ile kitlenin dikkatini çekmek, onu sıkmadan belli bir kurgu içinde düşündürmek, eğlendirmek gerekiyor. Bütün bunlardan şöyle bir sonuç çıkmaktadır. Çocuk edebiyatı, bir edebiyat türüdür ve çocuk gerçekliği veya çocuğa görelik ilkesi göz önüne alınarak yapılmalıdır.
Çocuk gerçekliğini Dilidüzgün “...çocukların gerçekmiş gibi alımladıkları, fakat hiç de nesnel olmayan alımlama farklılıklarının yakalanmasıdır” (Dilidüzdün, 2005, s. 9) şeklinde ifade etmiştir.
“Çocuğun düşlem gücüne seslenen, onun rahatça ve tat alarak okuyup anlayabileceği dili ve anlatımı içinde barındıran, ilgi duyabileceği konuları işleyen, onu duygu ve düşünce yönünden besleyen, kurgusu ve olay örgüsü karmaşık olmayıp onun kavrayabileceği bir düzeyde olan, dikkat dağıtıcı ayrıntılardan arınmış olan…” (Yurttaş, aktaran: Dilidüzgün, 2005, s. 9).
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi çocuk gerçekliği ve çocuğa görelik ilkelerine uygun olan bir yazınsal yapıt çocuğun gözüyle yazılmış demektir.
Bu ilkeler aynı zamanda; içinde merak, hayal gücü gibi çocuğa yönelik öğeleri de barındırır. Çocuk evreninin dil, konu, davranış sorunları ve hassasiyetlerini dikkate alarak yazan bir yazar çocuk gerçekliği ilkesini dikkate almış demektir (Şirin, 2007a, s. 14).
-
Merak
-
Macera
-
Hayal
-
Heyecan
-
Gerilim
Çocuk gerçekliği ilkesi çocuğun dünyayı yetişkinden farklı olarak nasıl algıladığını ifade ederken çocuğa görelik ilkesi ise konu, dil ve kurgunun çocuğa uygun olmasını ifade eder.
Çocuğa göre ve onun gerçeklerine göre bir yapıt ortaya koymanın yolu çocuğu gelişimsel olarak tanımaktan geçer.
“Çocuk gerçekliği kavramı, içerisinde iki değişkeni barındırmaktadır. Bunlardan birincisi olan çocuk, tüm gelişimsel özellikleriyle ortaya çıkartılmadan bu gerçeklik açıklanamayabilir. Çünkü gerçeklik kavramı; çocuğun doğasının, bakış açısının, ilgi ve gereksinmesinin, dil ve anlam evreninin gelişmesi olarak farklılığını yansıtır” (Çer, 2014, s. 13).
İyi bir çocuk yazarının çocuğun gelişimini dikkate alması gerektiğinin pek çok savunucusu vardır. Uçan da bunlardan birisidir.
“Çocukları, çocukların ilgi ve ihtiyaçlarını, yaşlarını, zekâlarını dikkate alarak yazan bir yazar, elbette pedagojik bir bakış açısını da göz önünde bulundurmalıdır” (Uçan, 2005, 19).
İyi bir çocuk edebiyatı ürünü çocuğa kendi dünyasını yansıtabilen yapıtlardır. Çocuk bu aynaya baktığında kendi dünyasındaki yaşantılarını görür yani kendi gerçekliğine ulaşır.
Yukarıda da vurgulandığı gibi bir yapıtın çocuk gerçekliğine uygun hazırlanması çocuk edebiyatı ilkeleri açısından yeterli değildir. Çünkü bu noktada işin içine bu gerçekliğin nasıl aktarıldığı girer. Bu “nasıl?”ın yanıtı çocuğa görelik ilkesini ortaya çıkarır.
Sever’e göre çocuk kitaplarının çocuğa göre olmasını belirleyen en önemli öge dil ve anlatımdır. Bir çocuk kitlesini hedef alarak hazırlanan yapıtlar hedef kitlenin dilsel özelliklerini dikkate alarak hazırlanmalıdır (Sever, 2003, ss. 136, 137).
Şirin de yazarın dilinin çocuğa ulaşmadaki bir araç olduğunu vurgulayarak konuya dikkat çekmiştir (Şirin, 2000, s. 11).
Bu düşüncelerden hareketle denilebilir ki, dili çocuğa göre yazılmamış bir kitap dilini bilmediğimiz bir ülkede ulu orta kalmak gibidir.
Nasıl ki böyle bir durumda kulağımıza birtakım sesler gelir ama biz bu sesleri anlamlandıramazsak, çocuk da dili ona göre olmayan bir eserle karşılaştığında benzer bir duyguyu hissedecektir.
“Genel bir açıklamayla, yazınsal nitelikli kitaplarda çocuğa görelik; kitabın hem biçimsel, içerik ve eğitsel özelliklerinin çocuğun doğası, ilgi ve gereksinmesi, dil ve anlam evreni, bakış açısıyla örtüşmesi hem de yazın olma ilkelerini yerine getirmesidir” (Çer, 2014, s.127).
Çocuğa görelik ilkesinin; dil ve görsellerin anlatım gücü; konunun özellikleri, karakterlerin nitelikleri ve eylemleri, iletilerin türü, kurgunun düzeyi gibi içerik özelliklerin yanı sıra kitabın kapağı, görsellerin boyutu, cildin kalitesi, yazıların büyüklüğü gibi fiziksel özellikleri de kapsadığından söz etmiştir. Ayrıca denetimci ve baskıcı tutum, boş inançları onaylayan anlayış, siyasal, dinsel emir ve öğütler gibi özelliklerin de niteliği zayıflattığına yer vermiştir (2014, s. 127).
Çer’in de belirttiği gibi ilkeler sadece dil ve anlatım açısından değil kitabın yapısı, ebadı ve özellikle görsel boyutuyla da dikkate alınmalıdır. Yani bir çocuk edebiyatı yapıtının resimlenişi de bu ilkelere uygun olmalıdır. Çocuğun kitap ile ilk tanışma aracının görseller olduğu tekrar ifade edilirse bunun önemini daha iyi algılamak olanaklı olur.
Tıpkı metnin dili gibi görsellerin dili de çocuğa göre olmalıdır.
Çocuğa görelik ilkesi içinde çocuğu çok yönlü olarak tanımayı da barındırır. Dil ve anlatımın yanı sıra çocuğun gelişimi, psikolojisi, algılama düzeyi gibi etkenlere duyarlılık da bu ilke içinde değerlendirilir (Şirin, 2000, s. 19).
Çocuk kitaplarının çocuğa göre olsun diye sadece eğlenceden ya da gülmeceden ibaret olmasını beklemek de son derece yanlıştır.
Çocuk sadece eğlenmez, sadece gülmez ve sadece oyunla geçen bir hayatı yoktur. Çocuk için de yetişkin için de tek bir dünya vardır. Bu dünya her iki taraf için de olumlu durumların yanı sıra olumsuzluklarla da doludur. Şiddet, ölüm, hastalık gibi acı ve hüzün doğuran yaşantılar çocuğun dünyasında da vardır. Bu nedenle çocuk edebiyatı eserleri çocuğu bir fanustaymış gibi dış dünyadan soyutlayarak yazılmamalıdır. Hayatta olup bitenler çocuk edebiyatı eserlerinde de olmalıdır. Tabi ki bu öğelerin çocuğa sunulmasındaki süzgeç çocuk gerçekliği ve çocuğa görelik ilkeleridir.
Dilidüzgün’e göre çocuk kitaplarının çocuğa göre olmaları hayatın gerçeklerinden uzak olmaları anlamına gelmez. Aksine nitelikli bir çocuk kitabı hayatın gerçekleriyle çocukları mutlaka tanıştırır. Yalnızca bunu yaparken de çocuk gerçekliği ilkesini göz önünde bulundurur. Otoriter bir tutumla gerçekleri aktarmak yerine gerçekleri iyi bir kurmaca içinde sezdirir. Yapıt, sadece kurmaca yapıyla değil anlatımı, biçemi, dili, konusu ve karakterleriyle çocuğun dünyasına yönelik olmalıdır (Dilidüzgün, 2003, ss. 58, 60).
Sonuç olarak nitelikli bir çocuk edebiyatı yapıtından söz etmek için çocuk edebiyatının temel ilkelerinden söz etmek kaçınılmazdır. Eğer hedef kitle çocuksa ortaya çıkan üründe çocuğun izleri var olmalıdır. Gerçekten çocuk için üretmek gözleri onların dünyasına çevirmekle olanaklı olacaktır.
Çocuk Edebiyatında Niteliği Zayıflatan Öğeler
Çocuk edebiyatı yapıtlarını güçlendiren ilkeler olduğu gibi zayıflatan ögeler de vardır. Öncelikle çocuk gerçekliği ve çocuğa görelik ilkelerinden yoksun bir eser niteliği zayıf bir eserdir.
Özellikle de dilin, anlatımın ve konunun seviyeye uygun olmaması niteliği zayıflatır.
“Çocuğa göreliğin ölçüsü ise çocuk bakışı ile belirlenir (Şirin, 2000, s. 19). “İyi çocuk edebiyatı çocukluğu bilen yazarın gerçekleştirdiği edebiyattır” (Şirin, 2000, s. 28).
Öte yandan konu bağlamında düşünüldüğünde bir çocuk yapıtını niteliksiz kılan farklı etkenler de göze çarpar. Ne de olsa çocuğa yazılıyor düşüncesiyle kurmaca metnin içerisinde özensizce kurulan bağlar metni mantıksallıktan uzaklaştırır.
Olaylar arasında anlam verilemeyen ilişki bağları, sürükleyici olsun diye yerli yersiz kullanılan merak öğesi, ya da çocuğun duygu dünyasını olması gerekenin çok üstünde bir noktaya taşıyan konu akışı eserin niteliğini zayıflatır. Sever, bu öğeleri önce konu bağlamında ele alarak şöyle sıralamıştır: Abartılmış merak, rastlantısallık ve duygusallık (Sever, 2003, ss. 129, 137).
“Çocuk okur, bazı öykülerde merak öğesinin zayıflığı ya da abartılmış olması, bazılarının da korkunçluğu nedeniyle okuma eyleminden uzaklaşır. Okurun sürekli, yoğunlaşan heyecanı ve endişeleri, anlatım düzeninde uygun yer ve zamanla dengelenmez ise, öykü abartılmış merak öğeleriyle okurun gözünde inandırıcılığını yitirmeye başlar” (Sever, 2003, s. 129).
Sever’in yukarıdaki ifadelerinden yola çıkarak niteliği güçlendirmek için merak öğesinin dengeli bir biçimde işlenmesi gerektiğini de vurgulamak yerinde olur.
Merak çocuğun doğal dünyasında varlığını sürdüren bir parçası gibidir. Piaget, Carson, Stokoe gibi araştırmacılar bu konu üzerinde hemfikirdirler (Çer, 2016, s. 8). Ancak bu öğenin çocuk edebiyatında nasıl ve ne kadar işlendiği nitelik ölçütünün belirleyicilerindendir.
Sever niteliği zayıflatan bir başka öğeye de şu ifadelerle yer vermiştir: “Çocuk edebiyatı ürünlerinde, yapıtta yer alan konunun önemini zayıflatan, okurun kitaptaki olaylara güvenini sarsan bir olumsuz öğe de rastlantısallıktır. Yazarın bir rastlantıya ya da şansa dayanarak öyküdeki düğümü çözmesi, çatışmayı sonuçlandırması öyküdeki olayın inandırıcılığını azaltır” (Sever, 2003, s. 130).
Tıpkı merak öğesinde olduğu gibi denge gerektiren bir öge de rastlantısallıktır. Nasıl ki gerçek hayatta her şey bir rastlantıyla açıklanamazsa çocuğa sunduğumuz dünyada da öyle olmalıdır.
Çocuk kitaplarında niteliği zayıflatan bir başka durum ise duygusallık öğesinin dengesiyle ilgilidir. “Çocuk kitaplarında birçok üzücü (dramatik), acıklı olayın birbirini izlemesi, çocuğun duygularının sürekli bir yapay etki altında kalmasına neden olur. Bu durum zamanla çocuğun duygu denetimini yitirmesine ve duygularının güdümüne girmesine yol açabilir” (Lukens, 1999, s. 129; aktaran Sever, 2003, s. 131).
Çocuk edebiyatının çocuğun duygusal gelişimini etkilediğini gözden kaçırmamak gerekir.
Duyguların çocuğa aktarılışı çocuğun gelişimi açısından önemli olduğundan eserin niteliği açısından da önemlidir. Yazarın bilinçsizce sunduğu duygusal içerikli bir yaşantı çocuğun özdeşim kurmasıyla birlikte duygu dünyasının sarsılmasına kadar gidebilir. Kitapların hedeflenen şekilde çocukların duygusal dünyasına katkı sağlayabilmesi için yazar ve çizerin kitabın estetik bir eğitim aracı olduğunu unutmayarak paylaşmak istedikleri düşünceleri aktarırken duygusal bir sığlığa düşmemeleri gerekir (Sever, 2003, s. 131).
Çocuğun nitelikli kitaplarla etkileşime girmesi onun gelişimi için de önemlidir. Çocukların, çocuk edebiyatı ilkeleriyle uyumlu ve niteliği güçlü yapıtlarla karşılaşması pek çok gelişim alanını olduğu gibi dil gelişimlerini de destekler.
Böylece çocuk edebiyatı gelişim psikolojisi etkileşimi gerçek anlamda söz konusu olabilir. Ayrıca Türkçe’nin anlam olanaklarının var olduğu eserler çocuğun anadil gelişimine de katkı sağlar.
Sonuç olarak eğer yazılan çocuk içinse sözcükler, konu, dil kısaca eseri oluşturan her unsur da onun için olmalıdır.
Aynı zamanda da bu iş yukarıda sözü edilen dengeler dikkate alınarak yapılmalıdır. Hedef yaştaki çocuk dünyasının üstünde ya da altında kalan bir yapıt gerçek bir çocuk edebiyatı yapıtı olmamakla birlikte yarardan çok zarar ortaya çıkarır.
Yapılan araştırmalar ülkemizdeki okuma kültürünün zayıflığını ortaya koymaktadır. Okul öncesi dönemden başlayarak sayısız yapıtla karşılaşan çocukların neden gerçek bir okur olmadıkları düşündürücüdür. Bu sorunun yanıtı şüphesiz ki okuma eyleminin rastlantılara bırakılması bunun doğal sonucu olarak da çocuğun nitelikli olmayan eserlerle karşılaşmasıdır.
YILAN, ÇİFTÇİ VE BALIKÇIL KUŞU
Avcıların kovaladığı yılan çiftçiden hayatını kurtarmasını ister. Onu kovalayanlardan kurtarmak için çiftçi diz çöküp yılanın karnına girmesine izin verir. Ama tehlike geçip yılandan dışarı çıkmasını istediğinde yılan çıkmayı reddeder. Bulunduğu yer sıcak ve güvenlidir. Adam eve dönerken gördüğü balıkçıl kuşuna fısıldayarak olanları anlatır. Balıkçıl ona çömelip yılanı dışarı çıkarmak için gerinmesini söyler. Yılanın başı dışarı çıkınca balıkçıl onu yakalayıp öldürür. Çiftçi yılanın zehrinin hâlâ içinde olmasından korkar. Balıkçıl, yılan zehrinden kurtulmanın yolunun altı beyaz kuşu pişirip yemek olduğunu söyler. "Sen beyaz bir kuşsun," der çiftçi. "Sen ilki olacaksın." Balıkçılı yakalayıp torbasına koyar, eve gelir. Karısına olanları anlatırken torbayı kapıya asar. "Bu yaptığına çok şaşırdım," der karısı. "Kuş sana bir iyilik yapmış, karnındaki kötülükten kurtulmanı sağlamış, hatta hayatını kurtarmış, ama sen onu yakalamışsın ve öldürmekten söz ediyorsun." Adam hemen balıkçılı bırakır, o da uçarak gider. Ama giderken kadının gözlerini oyar. Kıssadan hisse: Suyun yukarıya doğru aktığını gördüğünüzde birisi bir iyiliğin karşılığını ödüyor demektir. (Afrika Halk Masalı).
ARI VE PRENS
İğne Kuyruk adında bir arı kendisini sonsuza dek ünlü yapacak bir işin peşindeydi. Böylece bir gün kralın sarayına girer ve yataktaki küçük prensi sokar. Prens çığlıklarla uyanır. Kral ve saray mensupları ne olduğunu görmek için içeri dalarlar. Arı durmadan kendisini sokarken prens çığlıklar atmaktadır. Saray mensupları arıyı yakalamaya çalışırlarken arı her birini sokar. Haberler kısa süre içinde yayılır ve insanlar saraya hücum ederler. Şehre bir kargaşa hâkim olur, bütün işler durur. Arı gösterdiği çaba yüzünden son nefesini vermeden önce kendi kendine şöyle der: "Şöhretsiz bir isim alevsiz bir yangın gibidir. Ne pahasına olursa olsun dikkat çekmek gibi bir şey yoktur." (Hint Masalı).
KAPLUMBAĞA, FİL VE SU AYGIRI
Bir gün kaplumbağa fille karşılaşır, fil, "Yolumdan çekil ufaklık! Üzerine basabilirim!" diye bağırır. Kaplumbağa korkmaz ve olduğu yerde kalır, böylece fil üzerine basar ama onu ezemez. "Böbürlenme, Bay Fil, ben de en az senin kadar güçlüyüm!" der kaplumbağa, ama fil yalnızca kahkahalarla güler. Kaplumbağa ondan ertesi sabah kendisinin bulunduğu tepeye gelmesini ister. Ertesi sabah güneş doğmadan kaplumbağa tepeden aşağı nehre doğru iner, orada gece yemeğini yedikten sonra tekrar suya dönmek üzere olan suaygırıyla karşılaşır. "Bay Suaygırı! Seninle halat çekme oyunu oynayalım mı? Senin kadar güçlü olduğuma bahse girerim!" der kaplumbağa. Suaygırı bu saçma fikre güler, ama kabul eder. Kaplumbağa uzun bir ip getirir ve suaygırına kendisi, "Hey!" diyene kadar ağzında tutmasını söyler. Kaplumbağa tepeye çıkar, sabırsızlanmaya başlayan fill bulur. File ipin diğer ucunu verir ve ""Hey' dediğim zaman ipi çekeceksin ve hangimizin daha güçlü olduğunu göreceksin," der. Sonra tepenin yarısına kadar inip görünmeyeceği bir yere saklanarak bağırır. "Hey!" Fil ve suaygırı ipi çekerler, çekerler, ama hiçbiri diğerini kıpırdatamaz, ikisinin de gücü eşittir. İkisi de kaplumbağanın kendisi kadar güçlü olduğuna karar verir. Hiçbir zaman başkalarının sizin için yapabileceği bir şeyi yapmayın. Kaplumbağa işi başkalarının yapmasını sağlayarak övgüyü kendi topladı. (Zalre Masalı).
KÖR TAVUK
Görme yeteneğini kaybeden ve yiyecek aramak için toprağı eşelemeye alışık olan bir tavuk kör olmasına rağmen büyük bir çabayla eşelemeye devam ediyordu. Çalışkan bir aptal için bunun ne yararı vardır? Keskin bakışlı bir başka tavuk ayaklarını hiç yormadan bir kenarda bekleyip, tek bir eşeleme bile yapmadan başkasının çalışmasının meyvesini alıyordu. Çünkü kör tavuk bir arpayı bulur bulmaz tetikteki arkadaşı yalayıp yutuyordu bunu. (Masallar, Gotthold Lessing, 1729-1781).
İKİ AT
İki at yük taşıyordu. Öndeki at iyi gidiyordu, ama arkadaki at tembeldi. Adamlar arka atın yüklerini öndeki ata yükledikten sonra arkadaki at daha kolay yürümeye başladı ve öndeki ata, "Didin ve terle! Ne kadar çalışırsan o kadar çok acı çekersin," dedi. Hana vardıklarında atların sahibi, "Neden tek atla yükleri taşırken iki atı besleyeyim? Bir tanesine istediği bütün yemi vereyim ve diğerinin boğazını keseyim; en azından derisini kullanırım," dedi. Ve söylediğini yaptı. (Masallar, Leo Tolstoy, 1828-1910).
KÖYLÜ VE ELMA AĞACI
Köylünün bahçesinde hiç meyvası olmayan, ama serçeler ve çekirgeler için iyi bir tünek olan bir elma ağacı vardı. Köylü ağacı kesmeye karar verip baltayı eline aldı, köklerine cesurca bir darbe indirdi. Serçe ve çekirgeler kendilerine barınak olan bu ağacı kesmemesi için yalvardılar, karşılığında da ona şarkı söyleyecek ve işlerini hafifleteceklerdi. Adam bu isteklerine aldırmadı, ağaca ikinci ve üçüncü darbeyi indirdi. Ağacın kovuğuna ulaşınca arılarla dolu bir kovan buldu. Balın tadını alınca baltasını yere attı, ağaca kutsal bir şeymiş gibi bakıp ona büyük özen gösterdi. Çıkar tek başına insanı harekete geçirir. (Ezop Masalları, M.Ö. VI. Yüzyıl).
KARGA VE KOYUN
Başbelası karga koyunun sırtına oturdu. Koyun istemese de kargayı uzunca bir süre ileri geri taşıdı ve en sonunda, "Eğer bir köpeğe bu şekilde davransaydın dişlerinin tadını alırdın," dedi. Karga şöyle cevap verdi: "Ben zayıfı hor görür, güçlüye teslim olurum. Kime zorbalık edeceğimi, kime iltifat edeceğimi bilirim; böylece hayatımı uzun yıllar sürdürmeyi ümit ediyorum." (Ezop Masalları, M.Ö. VI. Yüzyıl).
ÇAYLAKLAR, KARGALAR VE TİLKİ
Çaylaklar ve kargalar ormanda bulduklarını yarı yarıya paylaşacaklarına dair bir anlaşma yaparlar. Bir gün bir ağacın altında çaresiz bir şekilde yatan, avcılar tarafından yaralanmış bir tilki bulurlar ve etrafına toplanırlar. Kargalar, "Biz tilkinin üst tarafını alacağız," derler. "O zaman biz de alt kısmını alırız," der çaylaklar. Tilki buna güler. "Ben çaylakların her zaman kargalardan daha üstün yaratıldıklarını düşünmüşümdür; bunun için bedenimin üst kısmını, yani içinde beynim ve diğer narin şeylerin bulunduğu başımı alacaklarını düşünürdüm." Bunun üzerine, "Oh, evet, doğru," der çaylaklar. "Biz tilkinin üst kısmını alacağız." Kargalar, "Hiç de bile," der. "Daha önce kararlaştırdığımız gibi üstünü biz alacağız." Sonra rakipler arasında bir savaş çıkar ve her iki taraftan da büyük kayıplar verilir, geriye kalanlar zorlukla kaçarlar. Tilki orada birkaç gün daha kalırken ölü çaylaklar ve kargalarla beslenir ve gücünü toplamış olarak ayrılır oradan. Yolda şöyle düşünmektedir: "Güçlülerin savaşından zayıflar kâr eder." (Hint Masalları).
KARTAL VE DOMUZ
Kartal bir ağacın üstüne bir yuva yapar ve yumurtadan birkaç yavru çıkarır. Bir yaban domuzu sap samandan oluşan yatağını ağacın altına getirir. Kartal avının peşinden uçup onu yakalayarak yavrularına taşır. Domuz da burnuyla ağacın etrafını araştırıp ormanda avlanır ve gece olunca yavrularına yiyecek bir şeyler getirir. Kartal ve domuz komşu olarak yaşamaktadırlar. Yaşlı bir kedi kartal yavrularını ve meme emen minik domuzları mideye indirme planları yapar. Kartala gidip şöyle der: "Kartal, çok fazla uzağa gitmesen iyi olur. Domuza dikkat et; kötü planları var. Ağacın köklerini kazacak. Durmadan burnuyla yerleri kokladığını görüyorsun." Sonra da domuza gidip, "Domuz, iyi bir komşun yok. Dün akşam kartalın yavrularına, 'Benim küçük kartallarım, domuz gider gitmez size küçük güzel bir domuzcuk getireceğim,' dediğini duydum," der. O andan itibaren kartal avının peşinden uçmayı bırakır ve domuz artık ormana gitmez. Kartal yavrularıyla domuzcuklar açlıktan ölürler ve yaşlı kedi onları yer. (Masallar, Leo Tolstoy, 1828-1910).
İKİ KÖPEK
Efendisine büyük bir coşkuyla hizmet eden bahçe köpeği Barbos, eski arkadaşı süs köpeği Joujou'nun cam kenarında yumuşak bir minderin üzerinde oturduğunu görür. Bir çocuğun annesine yanaşması gibi sevecen bir şekilde ve heyecanla yanaşır; pencerenin altına gelince inler, kuyruğunu sallar ve atlayıp sıçrar. "Sahibimiz seni malikâneye aldığından beri ne tür bir hayat sürüyorsun, Joujou? Kuşkusuz bahçede ne kadar sık açlık çektiğimizi hatırlıyorsundur. Şimdiki hizmetin nedir?" diye sorar. "İyi şansımın aleyhinde konuşmam günah olur," diye cevap verir Joujou. "Efendim bana doyamıyor. Büyük bir zenginlik ve bolluğun içinde yaşıyorum. Gümüş kaplardan yiyip içiyorum. Sahibimizle oyuniar oynuyorum ve eğer yorulursam halıların veya yumuşak kanepenin üzerinde dinleniyorum. Ya sen nasıl yaşıyorsun?" Barbos, "Ben mi?" der, kuyruğunu aşağı indirip başını eğerek. "Eskiden yaşadığımız gibi yaşıyorum. Soğuk ve açlık yüzünden acı çəkiyorum; efendimizin evini korurken ayaklarımın üstünde uyumalıyım; yağmur yağınca sırılsıklam oluyorum. Yanlış bir zamanda havlarsam kırbaçlanıyorum. Ama Joujou, nasıl oldu da ben burada boş yere kendimi parçalarken senin gibi zayıf ve küçük biri göze girdi? Yaptığın şey nedir?" Joujou, "Yaptığın şey nedir' güzel bir soru!" diye cevap verdi alaycı bir şekilde. "Arka ayaklarımın üzerinde yürüyorum." (Masallar, İvan Kriloff, 1768-1844).
MAYMUN VE KEDİ
Muziplik ve eğlencede birarada olan ikilinin sahibi aynıydı ve evde ne tür bir yaramazlık olursa olsun hep Pug'la Tom'un başının altından çıkardı... Bir kış günü ikili ümitle mutfaktaki ocağa yaklaştı. Korlaşmış kömürlerde kestaneler kızarıyordu, koku maymunun burnuna çarptı. "Tom!" dedi kurnaz Pug. "Aşçının pişirdiği bu yemeği ikimiz paylaşamaz mıyız? Benim seninkiler gibi pençelerim olsaydı hemen denerdim. Bana elini ver, çok kolay olacak." Arkadaşının yardımsever patisiyle kestaneleri alıp ağzına attı. Ev sahibi gelince iki çapuicu aceleyle kaçıştı, Tom ganimetin kendi payına düşen acısıyla, Pug ise lezzetli yiyeceğin şımarttığı damak tadıyla. (Masallar, Jean de La Fontaine, 1621-1695).
KARGA, KOBRA VE ÇAKAL
Bir zamanlar bir banyan ağacına yuva yapan bir karga ve karısı vardı. Büyük bir yılan ağacın kovuğuna girerek yumurtadan çıkan yavruları yedi. Karga taşınmak istemedi, çünkü ağacı çok seviyordu. Bu yüzden tavsiyesini almak için arkadaşı çakala gitti. Bir hareket planı tasarlandı. Karga ve karısı planı uygulamak için uçup gittiler. Karısı göle yaklaşırken kralın sarayındaki kadınların yıkandığını ve incilerini, kolyelerini, mücevherlerini, elbiselerini, altın zincirlerini kıyıda bırakmış olduklarını gördü. Karga altın zinciri gagasıyla kapıp banyan ağacına doğru uçarken harem ağası peşindeydi. Ağaca varınca zinciri ağaçtaki deliğe bıraktı. Kralın adamları zinciri almak için ağaca tırmanırken kobrayı gördüler. Ellerindeki sopalarla yılanı öldürüp zinciri aldılar ve göle geri döndüler. Karga ve karısı o günden sonra mutlu bir şekilde yaşadılar. (Panchatantra Masalı, IV. Yüzyıl).
APTAL VE AKILLI ADAM
Tek başına yürüyen bir adamı aptal bir adam başına taş atarak rahatsız eder. Adam ona dönerek şöyle der: "Sevgili dostum, iyi atıştı. Lütfen bu birkaç frankı kabul et. Bir teşekkürden fazlasını hak edecek kadar çok çalıştın. Her çaba bir ödül gerektirir. Ama oradaki adamı görüyor musun? O benden fazlasını verebilir. Ona taşlarından bazılarını gönder, iyi para kazanırsın." Yemi yutan aptal adam aynı hareketi tekrarlamak için diğer varlıklı adamın yanına koşar. Bu kez attığı taşlar için para verilmez kendisine. Adam birden üzerine atılarak fena halde döver ve bütün kemiklerini kırar. Kralların sarayında mantıktan yoksun bu tür can sıkıcı insanlar vardır. Sizin hesabınıza efendilerini güldürürler. Onların gülüşlerini susturmak için sert bir ceza mı vermelisiniz? Belki yeterince güçlü değilsinizdir. Onları başka birisine, acınızı çıkarmaktan fazlasını yapacak olan bir kişiye saldırmaya ikna etmek daha iyidir. (Seçilmiş Masallar, Jean de La Fontaine, 1621-1695).
HİNTLİ KUŞ
Bir tüccar kafeste bir kuş besliyordu. Kuşun geldiği Hindistan'a gideceği için gelirken ona bir şey getirip getiremeyeceğini sordu. Kuş özgürlüğünü istedi, ama reddedildi. O zaman tüccardan Hindistan'daki bir ormana gidip oradaki özgür kuşlara kendisinin tutsak olduğunu duyurmasını istedi. Tüccar bunu yaptı ve sözlerini bitirir bitirmez kendisininkine benzeyen bir kuş cansız bir şekilde ağaçtan yere düştü. Tüccar bu kuşun kendi kuşunun akrabası olabileceğini düşündü ve onun ölümüne yol açmış olabileceği için üzüntü duydu. Eve döndüğünde kuşu kendisine verecek iyi bir haberi olup olmadığını sordu. "Hayır," dedi tüccar. "Korkarım vereceğim haber kötü. Senin tutsaklığından söz edince akrabalarından biri ayaklarımın dibine düştü." Adam sözlerini bitirir bitirmez kendi kuşu kafesin dibine düştü. Akrabasının ölümü onu da öldürdü, diye düşündü tüccar. Üzüntüyle kuşu alıp pencerenin kenarına koydu. Kuş birden canlanıp yandaki bir ağacın dalına kondu. "Biliyor musun," dedi adama. "Korkunç sandığın haber aslında benim için iyi haberdi. Ve kendimi kurtarmak için nasıl davranmam gerektiğini bana sen ilettin, sahibim." En sonunda özgürlüğüne kavuşarak uçup gitti. (Dervişlerin Hikâyeleri, İdris Şah, 1967).
İKİ SERÜVENCİ
Zevk yolu asla şan şöhrete götürmez! Herkül'ün muazzam başarıları büyük maceraların sonuçlarıydı; masallarda ya da tarihte Herkül'ün rakibi olduğuna dair pek bir şey yazmaz; ama yine de yanında maceraperest bir arkadaşıyla serüven peşinde koşan gezgin bir Şövalyenin romantik bir ülkede şansını aradığı kaydedilmişti. Arkadaşı bir levhaya bakarken fazla uzağa gitmemişlerdi henüz. Levhada şunlar yazılıydı: "Cesur serüvenci, daha önce hiçbir gezgin şövalyenin görmediği bir şeyi keşfetmek istiyorsan yalnızca bu akıntıyı geçmeli ve kucağına fili alıp bir solukta soylu başı gökyüzüne karışmış gibi duran dağın zirvesine taşımalısın." Şövalyenin arkadaşı, "Nehir derin olsa ve hızlı aksa da geçmeliyiz, ama neden fili kendimize yük edelim ki? Ne garip bir görev!" dedi. Bir filozof gibi ve iyi bir hesaplamayla filin belki dört adım taşınabileceğini hesapladı; ama bir solukta dağın zirvesine taşımak, bu bir ölümlünün işi değildi, tabii fil bir sopanın ucuna takılabilecek cüce bir fil değilse, zaten böyle bir macerada nasıl bir şeref olabilirdi ki? "Burada, bu yazıda bir aldatmaca var. Yalnızca bir çocuğu eğlendirmeye yarayacak bir bilmece bu, o yüzden seni ve filini bırakacağım." Mantıklı adam gitti; ama serüvenci gözlerini kapatarak suyu geçti; ne derinlik, ne de suyun şiddeti onu durdurabilmişti ve yazıdaki gibi karşı kıyıda yatan fili gördü. Fili kucaklayıp dağın zirvesine çıkardı. Orada bir kasaba gördü. Filin çığlığı kasaba halkını uyardı; ama hiçbir şeyden yılmayan serüvenci bir kahraman gibi ölmeye kararlıydı. Bununla birlikte insanlar onun varlığıyla büyülenmişlerdi. Serüvenci şaşkınlık içinde kısa süre önce ölen kralının yerine geçmesini istediklerini duydu. Büyük işler ancak maceracı ruhlarla başarılabilir. Yollarına çıkabilecek olan her zorluğu ve engeli büyük bir titizlikle hesaplayanlar zamanlarını tereddüt ederek kaybederken daha cesur olanlar en yüksek amaçları için kullanacaklardır. (Masallar, Jean de La Fontaine, 1621-1695).
ÇOCUK VE ISIRGAN OTU
Bahçede oynayan bir çocuğu ısırgan otu yakar. Çocuk eve annesine koşar, ota yalnızca dokunduğunu ve onun kendisini ısırdığını söyler. "Seni yakmasının nedeni ona dokunmandı, yavrum; bir dahaki sefere onu sıkıca yakala, bir zarar vermeyecektir." Ne yapıyorsanız cesurca yapın. (Masallar, Ezop, VI. Yüzyıl).
İKİ KURBAĞA
İki kurbağa aynı gölde yaşıyordu. Göl yaz güneşinin altında kurumaya başlayınca birlikte başka bir göl aramaya başladılar. Yolda bol suyla dolu derin bir kuyuya rastladılar, kurbağalardan biri diğerine, "Hadi aşağıya inelim, bu kuyu evimiz olsun, bize hem barınak, hem de yiyecek sağlar," dedi. Diğeri büyük bir ihtiyatla cevap verdi. "Ama diyelim ki, sudan memnun kalmadık, bu kadar derinden nasıl çıkacağız dışarı?" Sonucunu düşünmeden hiçbir şey yapmayın. (Ezop Masalları, M.Ö. VI. Yüzyıl).
KRAL, SUFI VE CERRAH
Antik çağlarda bir Tatar kralı yanında asillerle yürüyüş yapıyordu. Yolun kenarında duran bir abdal (gezgin bir sufi) onlara seslendi: "Bana kim yüz dinar verirse ona iyi tavsiyeler veririm." Kral durup, "Abdal, yüz dinar edecek bu tavsiye nedir?" diye sorar. "Efendimiz," der abdal. "Yüz dinarın verilmesini emredin, tavsiyemi söyleyeyim." Kral olağanüstü bir şey duyacağını sanarak söyleneni yapar. Derviş şöyle der: "Tavsiyem şu: Sonunu düşünmeden hiçbir şeye başlama." Bunun üzerine asiler ve orada bulunan herkes güler, abdalın parayı önceden isteyerek akıllılık ettiğini söylerler. Ama kral şöyle der: "Bu abdalın bana verdiği güzel tavsiyeye gülmeniz için bir neden yok. Bir şeyi yapmadan önce iyi düşünmemiz gerektiğinin herkes farkında. Ama biz bunu sürekli unutuyoruz ve sonuçlar çok kötü oluyor. Dervişin tavsiyesini çok beğendim."
Kral tavsiyeyi her zaman aklında tutmaya karar verir. Bunun için altınla duvarlara yazılmasını, hatta gümüş tabağına kakılmasını emreder. Kısa bir süre sonra bir komplocu kralı öldürmek ister. Saray cerrahına rüşvet olarak başbakanlık sözü vererek kralın koluna zehirli bir neşter vurmasını ister. Kralın kanının bir kısmını akıtma zamanı gelince kanın içine akması için gümüş kap yerleştirilir. Cerrah birden kabın üzerinde yazılı olan şeye dikkat eder: "Sonucunu düşünmeden hiçbir işe başlama." Ancak o zaman komplocunun kral olursa kendisini hemen öldürteceğini ve böylece anlaşmaya uymak zorunda kalmayacağını farkeder. Kral cerrahın titrediğini görünce ne olduğunu sorar. Cerrah o anda gerçeği itiraf eder. Komplocu yakalanır; kral abdalın tavsiyesini verdiği sırada orada bulunan herkesi çağırtır. "Dervişe hâlâ gülüyor musunuz?" (Hayaller Kervanı, İdris Şah, 1968).
ALABALIK VE KAYA BALIĞI
Mayıs ayında bir balıkçı elinde yapay bir sinekle Thames Nehri'nin kıyısında balık avlıyordu. Yemi o kadar ustaca attı ki, küçük bir balık ona doğru koşmaya başladı. Annesi küçük balığı durdurdu. "Asla çocuğum, tehlike olasılığı olduğu zaman çok dikkatli ol. Ölümcül olabilecek bir hareket yapmadan önce gerektiği kadar bekle. Şu görünenin gerçekten bir sinek mi, yoksa bir düşmanın dişleri mi olduğunu nereden biliyorsun? Bir başkasının senin için denemesine izin ver. Eğer sinekse muhtemelen ilk saldırıda kaçacaktır, ikinci saldırı o zaman başarıyla olmasa bile güvenle yapılabilir." Sözlerini bitirir bitirmez bir kaya balığı yapma sineği kaptı ve küçük balık için bir örnek oldu. (Masallar, Robert Dodsley, 1703-1764).
TİLKİ VE ÜZÜMLER
Açlıktan ölmek üzere olan bir tilki yukardaki asmalardan sarkan mor renkli, leziz üzümleri görür. Öğle yemeği için onları çok ister, ama uzandığında üzümlere yetişemez. "Ah, neyse zaten ekşi görünüyorlar, onları ancak aptallar yer!" Ağlayıp sızlanmak yerine üzümlerin ekşi olduğunu söylemesi akıllıca değil mi? (Masallar, Jean de La Fontaine, 1621-1695).
MERKEP VE BAHÇIVAN
Merkep bir gün kazayla kuyruğunu kaybeder, bu onun için çok feci bir ıstırap kaynağıdır. Her yerde kuyruğunu arar, tekrar yerine takacağını düşünecek kadar aptaldır. Otlaktan geçer ve bir bahçeye girer. Onu gören bahçıvan çiçeklerini ezmesine dayanamayarak büyük bir öfkeyle merkebin yanına gider, kulaklarını kesip bahçeden kovar. Kuyruğunu kaybettiği için yakınan merkep kulaklarının olmadığını görünce daha büyük bir ıstıraba gömülür. (Masallar, Pilpay, Hindistan, V. Yüzyıl).
MAYMUN VE BEZELYELER
Bir maymun avuç dolusu bezelye taşımaktadır. Küçük bir bezelye yere düşer. Onu almaya çalışırken yirmi tanesini düşürür. Yirmi tanesini almaya çalışırken hepsini düşürür. Sonra kendisini kaybederek bütün bezelyeleri her yöne dağıtır ve kaçar. (Masallar, Leo Tolstoy, 1828-1910).
ADAM VE GÖLGESİ
Gölgesini yakalamaya çalışan ilginç bir adam vardı. Bir iki adım atar, ama gölge ondan kaçar. Hızını artırır; gölge de öyle. En sonunda koşmaya başlar; gelgelelim o ne kadar hızlı koşarsa gölge de öyle yapar, sanki bir hazineymiş gibi ondan vazgeçmez. Ama durup bir bakın! İlginç arkadaşımız birdenbire arkasını dönüp uzaklaşır. Arkasına bakar; artık gölge onun peşindedir. (Masallar, İvan Kriloff, 1768-1844).
SULAR DEĞİŞTİĞİNDE
Bir zamanlar, Musa'nın hocası Khidr insanoğluna bir uyarıda bulunur. Belirli bir tarihte dünyadaki özel olarak saklanmayan bütün suların yok olacağını söyler. Sonra insanları deliye çevirecek olan yeni su gelecektir. Yalnızca tek bir adam bu tavsiyenin gerçek anlamını kavrar. Suyu biriktirip emin bir yerde depolar ve suyun özelliğini değiştirmesini bekler. Beklenen tarihte nehirler akmayı bırakır, kuyulardaki sular kurur ve tavsiyeyi dinleyen adam deposuna gidip sakladığı sudan içer. Sonra suların yeniden akmaya başladığını görür. Başka insanların yanına çıktığı zaman onların eskisine göre tamamen farklı konuştuklarını görür; ama uyarıyı ve olanlara dair bir şey hatırlamıyorlardır. Onlarla konuşmaya çalıştığında kendisinin deli olduğunu düşünüp ona düşmanlık ya da şefkat gösterirler, anlayış değil. Başlangıçta yeni sudan hiç içmemiştir, her gün gidip biriktirdiği sudan içmektedir. Ama sonunda yeni sudan içmeye karar verir, çünkü herkesten farklı yaşamaya, davranmaya ve düşünmeye dayanamaz. Yeni sudan içer ve herkes gibi olur. Sonra depoladığı suyu unutur ve arkadaşları onu mucizevi bir şekilde yeniden normale dönen bir deli olarak görmeye başlarlar. (Derviş Hikâyeleri, İdris Şah, 1967).
MAYMUN VE ARI
Olgun bir armudu yiyen maymuna, armuttan öyle ya da böyle bir parça isteyen bir arı dadanmıştı. İsteğine direnmeye devam ederse öfkesiyle karşılaşacağını söyleyerek maymunu tehdit etti, ama maymun onu defetti. Öfkeli arı sözlü saldırıya geçti, maymunun sükûnetle dinlediği en ağır hakaretleri ettikten sonra şiddet dolu hırsla, sonucunu düşünmeden maymunun yüzüne saldırdı. Maymunu öylesine büyük bir öfkeyle soktu ki, silahını dışarı çıkaramadı, kendisini kurtarmak için iğneyi yarada bırakmak zorunda kaldı, böylece verdiğinden çok daha fazla acıyla can çekişerek öldü. (Masallar, Jonathan Birch, 1783-1847).
CİMRİ
Cimri, bütün mal varlığından emin olmak için her şeyini satar ve altına çevirir. Altınlarını yeraltına gömüp arasıra ziyaret ederek inceler. Bu hareketi işçilerinden birinin dikkatini çeker ve orada bir hazine olduğundan şüphelenir. Efendisinin sırtı dönükken o noktaya gider ve altını çalar. Cimri dönünce altının yerinde yeller estiğini görür, ağlayarak saçlarını yolar. Onu böyle perişan gören komşusu nedenini öğrenince şöyle der: "Kendini üzme artık, bir taş alıp aynı çukura koy ve o taşın altınların olduğunu düşün, çünkü kullanmayı hiç düşünmediğine göre taş da aynı işi görecektir." Paranın değeri sahip olmakta değil, kullanmaktadır. (Ezop Masalları, M.Ö. VI. Yüzyıl).
PARA
Yusuf İbn Cafer el-Amudi kendisiyle çalışmaya gelenlerden oldukça yüklü paralar alırdı. Yasalara harfiyen uyan seçkin bir adam kendisini ziyaret eder. "Öğretilerinizle büyülendim ve öğrencilerinize uygun terbiyeyi verdiğinizden de eminim. Fakat bilgi için para almak geleneğe uygun değildir. Üstelik yanlış anlaşılabilir." El Amudi şöyle dedi: "Asla hiç bilgi satmadım. Dünyada bilgi için yeterli olacak para yoktur. Yanlış anlamaya gelince, para almaktan vazgeçmek bunu engellemeyecektir, çünkü başka bir konu bulacaktır. Daha çok şunu bilmelisiniz ki, para alan bir adam paraya karşı açgözlü olabilir de, olmayabilir de. Ancak hiç para almayan bir adam öğrencilerinin ruhlarını çalmak gibi büyük bir şüphenin altındadır. 'Bir şey almıyorum,' diyen insanlar belki de kurbanlarının iradesini alıyorlardır." (Dermis Probe, İdris Şah, 1970).
KURTLAR VE KOYUNLAR
Bir zamanlar, kurtlar gelecekte aralarında bir barış olabilir umuduyla koyunlara bir elçi gönderdiler. "Neden," dediler. "Bu ölümcül mücadeleyi sürdürmek zorundayız? Bunun nedeni hep o kötü köpekler; sürekli olarak bize havlıyorlar ve bizi kışkırtıyorlar. Onları gönderin, artık ebedi arkadaşlık ve barışımız için bir engel kalmasın." Aptal koyunlar söz dinlediler, köpekleri gönderdiler ve en iyi koruyucusundan yoksun kalan sürü hain düşmanları için kolay bir av oldu. (Ezop Masalları, M.Ö. VI. Yüzyıl).
YUMUŞAK İKNA SANATI
Rüzgâr ve güneş hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışıyorlardı. Yoldan geçen birinin elbiselerini çıkarmasını hangisi sağlarsa onu galip ilan etmeye karar verdiler. İlk önce rüzgâr denedi. Fakat onun şiddetli esişleri adamın elbiselerine biraz daha sıkı sarınmasına neden oldu ancak ve biraz daha sert esince adam soğuktan rahatsız olarak fazladan bir atkı sardı boynuna. Sonunda rüzgâr denemekten yoruldu ve adamı güneşe teslim etti. Güneş önce yumuşak bir sıcaklıkla parladı, bu adamın paltosunu çıkarmasını sağladı. Sonra öylesine hararetle parladı ki, adam dayanamayıp soyundu ve en yakındaki nehre yıkanmaya gitti. (Ezop Masalları, M.Ö. VI. Yüzyıl).
BÜYÜK İSKENDER'İN HAYATI
Pers kralı Darius'un uzun süren eziyetli takibi askerleri öylesine hırpalamıştı ki, çoğu vazgeçmeye hazırdı, özellikle de su ihtiyacı yüzünden. Onlar böyle sıkıntı çekerken, bir nehirden aldıkları suyu merkeplerinin üzerindeki deri heybelerde taşıyan bazı Makedonyalılar öğle vakti tesadüfen İskender'in olduğu yere vardılar ve onun neredeyse susuzluktan ölmek üzere olduğunu görüp bir miğfere su doldurarak ona sundular... İskender miğferi eline alıp etrafına bakındı, ellerini uzatmış hevesle suya bakanları görünce tek bir damla bile içmeden teşekkür ederek suyu geri verdi. "Eğer," dedi. "Ben tek başıma içersem diğerleri cesaretlerini kaybedecekler." Askerler onun bu konuda kendine hâkim oluşunu ve yüce gönüllüğünü görür görmez hep birden kendilerini ileri götürmesi için haykırıp atlarını kırbaçladılar. Böyle bir kralları olduğu için yorgunluk ve susuzluğa meydan okuduklarını ve kendilerini neredeyse ölümsüz olarak gördüklerini söylüyorlardı. (Büyük İskender'in Hayatı, Plutarch, 46-120).
TÜCCAR VE ARKADAŞI
Bir tüccar bir gün büyük bir yolculuğa çıkmayı arzuladı. Çok zengin olmadığını düşünerek, "Gitmeden önce mal varlığımın bir kısmını şehirde bırakmalıyım, böylece yolculuğum sırasında kötü şansla karşılaşırsam dönüşümde param olur," dedi kendi kendine. Bu amaçla varlığının önemli bir kısmını oluşturan çok sayıda demir çubuğu bir arkadaşına emanet ederek yokluğu sırasında onları saklamasını istedi; sonra yolculuğa çıktı. Kısa bir süre sonra yolculuğunda kötü şanstan başka bir şeyle karşılaşmayarak evine döndü; ilk yaptığı şey arkadaşına gitmek ve demirini istemek oldu: fakat arkadaşı bir borcunu ödemek için demiri satmıştı ve tüccara şöyle dedi: "Demirini kilitli bir odaya koydum, orada kendi altınım kadar güvende olacağını sanıyordum; ama kimsenin aklına gelmeyecek bir kaza oldu, odadaki bir fare hepsini yiyip bitirdi." Cahil numarası yapan tüccar cevap verdi. "Gerçekten çok büyük bir talihsizlik, ama farelerin demiri çok sevdiğini duymuştum; daha önce ben de aynı şeye maruz kalmıştım onlar yüzünden, bu nedenle de bu sıkıntıya daha kolay katlanabilirim." Bu cevap arkadaşını son derece sevindirdi, tüccarın demiri farenin yediğine bu kadar kolay inanması onu çok memnun etmişti; bütün şüpheleri yok etmek için ertesi gün arkadaşıyla yemek yemek istedi. Tüccar kabul etti. Oradan ayrıldıktan sonra şehrin ortasında arkadaşının çocuklarıyla karşılaştı; bir çocuğu eve götürüp bir odaya kilitledi. Ertesi gün büyük ıstırap çekiyor gibi görünen arkadaşına gitti, sanki bilmiyormuş gibi nedenini sordu. "Ah sevgili arkadaşım," dedi diğeri. "Affını rica ederim, çocuklarımdan birini kaybettim." "Ah, bunu duyduğuma çok üzüldüm; dün buradan ayrıldıktan sonra pençelerinde bir çocuk olan bir baykuş gördüm, ama seninki miydi, değil miydi bilmiyorum." "Seni aptal, gülünç yaratık!" dedi arkadaşı. "Böyle berbat bir yalan söylemeye utanmıyor musun? En fazla bir iki kilo ağırlığındaki bir baykuş yirmi beş kiloluk bir çocuğu taşıyabilir mi?" "Neden bu kadar şaşırdın ki?" diye sordu arkadaşı. "Sanki bir farenin yüz tonluk demirleri yiyebildiği bir ülkede bir baykuşun yalnızca yirmi beş kilo olan bir çocuğu taşıması o kadar garipmiş gibi!" O zaman arkadaşı tüccarın sandığı kadar aptal olmadığını anladı ve ona yaptığı şey için affını dileyerek demirin bedelini ödedi ve çocuğunu geri aldı. (Masallar, Pilpay, Hindistan, IV. Yüzyıl).
TİLKİ VE LEYLEK
Bir gün Bay Tilki yemeğe Bayan Leylek'i davet eder. Yemek fazla özenli değildir, kabalık âdeti olduğu üzere çok güzel bir yemek hazırlamamıştır tilki. Aslında düz bir tabakta sunulan yulaf çorbasından ibarettir yemek. Bir dakika içinde muzip tilki tabağı siler süpürür; bu arada gagasıyla çabalayan leylek bir lokma bile alamamıştır. Bu zalim eşek şakasının intikamını almak için leylek tilkiyi ertesi hafta yemeğe davet eder. "Memnun olurum," der tilki. "Konu arkadaşlarım olunca gururda asla ısrar etmem." Ertesi hafta tam gününde ev sahibinin evine gider ve hemen her şeyi övmeye başlar. "Ne zevk! Ne güzellik! Ve yemekler harika kokuyor!" Büyük bir iştahla masaya oturur (tilkiler her zaman yemeye hazırdır) ve lezzetli etin kokusunu içine çeker. Yemek et kavurmasıdır ve uzun boyunlu, dar ağızlı bir sürahide servis yapılmaktadır, tam hak ettiği gibi! Leylek kolayca yerken, gagasıyla yemeğin tadını çıkarırken, tilkinin ağzı yanlış şekilde ve büyüklüktedir. İnine boş mideyle, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, kulakları düşmüş bir şekilde ve yüzü bir tavuk tarafından yakalanmış bir tilki gibi kıpkırmızı olarak döner. (Seçilmiş Masallar, Jean de La Fontaine, 1621-1695).
KENDİNİ BEĞENMİŞ HOROZ YAVRUSU
İki horoz yavrusu gübre yığını üzerinde kavga etmektedir. Bir tanesi güçlüdür, diğerini yener ve gübre yığınından aşağı atar. Bütün tavuklar bu horozun başına toplanıp onu övmeye başlarlar. Horoz güç ve şöhretinin yandaki bahçe tarafından da bilinmesini ister. Ahırın tepesine çıkar, kanatlarını çırpar ve yüksek sesle öter. "Hepiniz bana bakın. Ben galip horozum. Dünyadaki başka hiçbir horoz benim gücüme sahip değildir." Bir kartal onu pençeleriyle öldürüp yuvasına taşırken horoz daha sözlerini bitirmemişti bile. (Masallar, Leo Tolstoy, 1828-1910).
KESİK KULAKLI KÖPEK
"Nasıl bir suç işledim ki, efendim kulaklarımı böyle kesti?" diye üzgün bir şekilde sordu çoban köpeği. "Benim gibi iddialı bir köpek için ne utanç verici bir durum! Yüzümü arkadaşlarıma nasıl gösteririm ben şimdi? Oh! Canavarlar kralı veya daha iyisi zorbası, kim sana böyle davranmaya cesaret edebilir?" Şikâyetleri asılsız değildi, çünkü o sabah efendisi genç arkadaşımızın canhıraş çığlıklarına rağmen uzun sarkık kulaklarını barbarca kesmişti.
Yıllar içinde ilerledikçe kesilerek kaybettiğinden çok daha fazlasını kazandığını gördü; doğal olarak başkalarıyla savaşmaya eğilimli olduğu için kulakları birçok yerinden parçalanmış olarak dönerdi eve. Kavgacı bir köpek hep kulaklarını yaralardı. Başkalarına ne kadar az tutunacak yer bırakırsak o kadar iyi olur. İnsanın savunacak yalnızca bir noktası olduğunda ancak kaza korkusuyla korunmalıdır. Örneğin, çoban köpeğini ele alın, çivili boyunluğuyla silahlanmış ve kuş kadar kulağa sahip olduğu için onunla karşılaşan bir kurt nereye saldıracağını bilemez. (Masallar, Jean de La Fontaine, 1621-1695).